4 Haziran 2018 Pazartesi

2018 Liselere Geçiş Sınavının Yarattığı Hayal Kırıklığı

(Aşağıdaki satırları Twitter'da paylaştım. Burada da dursun, belki buradan okumak, paylaşmak isteyen olur diye bloga ekliyorum. Twitter'daki versiyonda küçük düzeltmeler yaptım, birkaç cümle ekledim.)


Resmi bir kısaltması olmasa da gündelik dilde LGS olarak anılan sınav dün yapıldı.
Sınava kızım da girdiği için süreci yakından takip ettim.
Birkaç kelam etmek isterim.

2017-2018 öğretim yılı başladığında, sekizinci sınıf öğrencileri TEOG sınavına gireceklerini düşünüyordu. MEB TEOG kazanımlarını, yani hangi konulardan soru çıkacağını açıklamış, öğrenciler çalışmaya başlamıştı.

Hatta öğrencilerin pek çoğu bir yıldır zaten TEOG sistemine göre şu veya bu şekilde çalışmaya başlamıştı. Ancak birden sayın CB’nin bir açıklaması gündeme düştü: TEOG kötü bir sistemdi ve değişecekti.

İlk önce ‘bu yıl, süreç başlamışken değişmez herhalde’ diye tepki verdi herkes ama birkaç gün içinde MEB bu sene TEOG’un yapılmayacağını ilan etti. Yerine gelecek sistem ise, kaba hatlarıyla ‘adrese dayalı’ olacaktı, CB’nin dile getirdiği gibi.

Yeni sistemin açıklanması aylar sürdü. Sınav olacak mı, yerleştirme nasıl yapılacak, sınav kapsamı nasıl olacak? Bunlar bilinmeden aylar geçti. Çocukların motivasyonu düştü, belirsizlik psikolojilerini bozdu.

Sonra en azından, mevcut öğrencilerin %10’unun yerleştirileceği bir sınav açıklandı. Geri kalan öğrenciler için yerleştirme belirsizliğini koruyor.

Sınav açıklandıktan bir süre sonra örnek sorular da açıklandı. Anlaşıldığı kadarıyla sorular ‘muhakeme’ye dayalı olacaktı. Ancak elde birkaç örnek sorudan başka veri yoktu. Sınav kapsamı belirsizliğini korudu.

Sınava yaklaşık bir ay kala, sınavın ALES tarzında olacağı duyumları alındı. Öğrenciler ALES kitapları satın aldı. Oradan çalışmaya başladı. Okulda görmedikleri tarzdaki sorulara, son bir ayda çalışma imkânı buldular.

Bu imkanı bulanlar elbette, ‘şanslı’ çocuklardı. Özel okula gidenler, kurslara gidenler, özel ders alanlar. Bunun dışındakiler girmeyi düşündükleri sınava hâlâ çok mesafeliydi.

Bu arada MEB ikiye bir sınavın zor olacağını, herkesin başarılı olamayacağını açıklıyordu. İlk başta da zaten çok az öğrencinin sınava gireceğini beklediklerini söylemişlerdi. Ama öğrencilerin yüzde 90’ı sınava başvurdu.

Hatta sınavdan bir hafta önce, sınava zamanında başvuramayanlar için ek başvuru hakkı tanındı. Halbuki öğrencilerin hangi salonlarda sınava gireceği bile belirlenmişti bu arada. Bu mesele kafamda hâlâ ciddi bir soru işareti olarak duruyor.

Hangi okulların sınavla öğrence alacağı uzun süre belli olmadı. Belli olduğunda ise büyük bir hayal kırıklığı yaşandı. Zira ‘nitelikli’ denen okulların kayda değer kısmı İmam-Hatip, teknik lise ve kız lisesi idi.

Yıllardır kendi kurumsal kültürünü oluşturmuş gözde okulların çoğu listede bulunmuyordu. Bunun bir anlamı, elbette, bu okulların gelecek yıllardaki kalitesinin düşmesi anlamına geliyor.

Sınav sözel ve sayısal iki kısımdan oluşuyor. Sınav kapsamına dahil edilen dersler, soru sayıları ve kat sayıları, hepsi tartışmaya açık.

Misal: Din Kültürü soru sayısı ve katsayısı tarih ile aynı. Bunu anlayamadım bir türlü. Ama işte, bütün itirazlara rağmen, mesele oldubittiye getirildi.

Sınav ilk başta tek oturumda yapılacaktı. İtirazlar sonucu 13-14 yaşında çocukların uzun sınava dayanamayacağı söylenince sınav iki oturuma ayırıldı.

İtiraz gelmese idi bu çocuklar saatlerce ciddi bir sınava tabi tutulmuş olacaktı. İşin doğrusu, kerhen yapılan bir sınav için çocuklar cezalandırılmak isteniyor gibiydi.

Her neyse, dün sınav yapıldı. İlk oturumdaki sözel kısım beklenenden kolaydı. Çıkan çocukların çoğunun yüzü gülüyordu. Sınava sıkı çalışmış olanlar ise boşuna çalıştıklarını söyledi. İkinci oturum için umutlandılar.

Ancak ikinci oturum tam bir faciaydı. İlk çıkan öğrenciden itibaren hepsinin yüzü asık ve ağlamaklıydı. Kısa süre içinde her tarafta ağlama ve teselli sesleri duyulmaya başlandı.

Diğer facia ise, çocuklar soruları kontrol ettiğinde ortaya çıktı. Pek çoğunun özellikle matematikten çok sayıda yanlışı vardı.

Son bir yılını tümüyle sınava çalışmaya ayıran, on binlerce soru çözen, özel okul, özel ders vs imkanlarına sahip olan şanslı çocuklar bile yıkılmıştı.

Özellikle matematik soruları, ALES türü sorular arasında bile zor kabul edilmesi gereken sorulardı. Mesele bilgi veya muhakeme de değil, konstantrasyon ve hızlı okuma becerileri de gerekiyordu. Üstelik tuzak noktalar da vardı.

Sınav ilk açıklanırken, ‘muhakeme’ yönüne dikkat çekilmişti. MEB sözcüleri havalı bir şekilde ‘bilgi değil muhakeme’ diyorlardı. Ama sorun şuydu: Bu öğrencilere bu tarz bir eğitim verilmemişti.

Muhakeme gücünü geliştirmesi için hiçbir şey yapmadığınız öğrencilere muhakeme gücünü ölçen sınav yaparak büyük iş yapmış olmuyorsunuz, olmadınız. Sadece çocukların özgüvenini kırdınız.

Üstelik bu çocuklar arasından yine ‘şanslı’ olanlar başarılı olabilecek. Ha bir de yarış atı filan; yıl boyunca çocuklar yine yarış atı gibiydi. Yine kurslara tonla para döküldü. Değişen bir şey yoktu yani.

Üstelik sınavda ölçücü nitelikte olan sadece Matematik alanıydı. Sözel alanda başarılı olan öğrenciler arasında sıralama yapacak nitelikte bir sınav yapılmadı.

Sınav sonrasında çocuklar aileleriyle birlikte özel okulların yolunu tuttu. Muhtemelen bu sınavdan sonra yüzde onluk dilime giremeyeceğini düşünenler, nitelikli eğitim fırsatını kaçırmak istemiyor.

Bu öğretim yılı için özel okul payı toplamda %8 civarındaydı. Gelecek sene takip edin, lise bir bazında oran çok daha fazla olacak. Zaten son bir yılda sadece benim ikamet ettiğim şehirde bile bir sürü özel okul açıldı. Lise kısmı olmayan özel okullar, lise açtı.

Peki neden özel okul? Çünkü adrese dayalı yerleştirmenin nasıl yapılacağı bilinmiyor ve devlet okullarına güven en alt düzeyde. Borç harç çocuğunu özel okulda okutabilecek herkes devlet okullarından kaçıyor.

Ama özel okullar tutumu bir yıldır gittikçe artan şekilde daha pazarlığa ve bursa kapalı olma yönünde. Çünkü talep çok. Özel okullar, karnı tok esnaf konumunda.

Bunun sonucu, devlet okullarının kalitesinin daha da düşmesi elbette. Belki de yapılmak istenen budur: Eğitimi dolaylı yoldan özelleştirme hamlesidir bu sistem.

Kendi kızımın ve arkadaşlarının dünkü sınavdan sonra yaşadığı hayal kırıklığını, o çocukların normalde hangi potansiyellere sahip olduğunu az buçuk bilen birisi olan hazmedemiyorum.

Özetle, TEOG sistemi kötüydü ama bu sınav çok daha kötü oldu. Çocuklarımızı da geleceğimizi de elbirliğiyle bitiriyoruz. Ve biz yetişkinler, yaşananlardan doğrudan mesulüz.

Sınav sonrası ortalık karışınca MEB sınav sonuçlarının açıklanma tarihini erteledi. Daha önce tarih 22 Haziran, yani seçimden hemen önce idi. Fakat sınavdan sonra, hiçbir gerekçe sunma gereği duymadan, 26 Haziran dendi.

Şu da unutulmasın: Sınavda başarılı olan öğrencilerin de, adrese dayalı kayıt yaptıracak öğrencilerin de nasıl belirleneceği gizemini koruyor.

Hangi ölçütlerle kim nereye nasıl yerleşecek bilinmiyor. Asıl kaos ve hayal kırıklığı yerleştirme sürecinde yaşanacak. Geldiğimiz nokta budur.

12 Eylül 2017 Salı

Youtube'da Hukuk Başlangıcı Dersleri

1 Eylül 2016’dan, hatta açığa alındığım tarih olan 25 Temmuz 2016’dan beri öğrencilerimden ayrı kaldım. Hoş, yürüttüğümüz okuma grupları ve son zamanlarda başlayan atölyeler ile tümden ayrı düştüğümüz söylenemez ama, dönemlik bir dersi planlamanın, o ders vasıtasıyla muhataplarına kitap okutmanın ve onların o kitapları okuduğunu, üzerinde tartıştığını görmenin yerini tutmuyor bunlar.

Biliminsanlarının iki işlevi vardır: (1) Bilimsel araştırma (2) Öğretim. Kimi biliminsanı doğuştan araştırmacıdır. Ders anlatmak yük gelir çünkü okuyacak kitaplar, yapılacak araştırmalar vardır ve işin öğretim kısmı onu bütün bu işlerden alıkoyar. Kimi biliminsanı ise doğuştan öğreticidir. Kendini öğrencilerine adar. Kitapla, kalemle, araştırmayla arası pek iyi değildir. Esasında bu iki tutum da meşrudur. Nitekim yurtdışında bazı üniversitelerde bu iki işlevin keskin şekilde birbirinden ayrıldığını biliyoruz. Türkiye’de böyle bir ayırım yok. İsteseniz de istemeseniz de her iki işi birlikte yürütmek zorundasınız. Ha, unutmadan, elbette bir de bu iki işlevi de kendine uygun bulmayan biliminsanları vardır ki, üniversitelerdeki pozisyonları niye işgal ettikleri büyük bir soru işaretidir.

Ben iki işlevi de severim, daha doğrusu severdim. İlla birini tercih etmek gerekirse ama, sanırım, öğretim kısmından fedakârlık yapamayacağımı söylerim. Çok sevdiğim kitapları okuma, okuduklarım hakkında yazma imkanımı azaltsa bile, eğer imkân ve ihtiyaç varsa, ders anlatmaktan yana kullanırım tercihimi. Ama elbette, servis dersi dediğimiz derslerden, yani hukuk fakültesi dışındaki bölümlerde verilen Temel Hukuk derslerinden aynı anda birkaç tane anlatmaya da katlanamam. Ders dediysem, birbirlerinden farklı ve biraz da beni de geliştirecek derslerden bahsediyorum.

Bu yüzden, eğer ihraç edilmeseydim, hepsini bilfiil vermem gereken on sekiz saatlik bir ders yüküm olacaktı geçen sene. Üstelik bu derslerden biri, ilk defa vereceğim Sosyal Bilimler Felsefesi adlı doktora dersiydi. Çok heyecanlıydım bu ders için. Yıllardır üzerinde çalıştığım bir meseleydi. Ne var ki, bildiğiniz gibi, olmadı.

Bildiğini anlatma, aktarma, eğer talibi varsa ona ulaştırma tutkusundan olsa gerek, çoktandır Youtube üzerinde bir kanal açmayı düşünüyordum. Hatta birkaç arkadaşımla konuştum, bu işlerden anlayan profesyonel birisiyle küçük bir fizibilite çalışması filan da yaptık. Hayalimizdeki gibi bir kanal kurmak, esasında kısaca, bir Youtube üniversitesi, ama sosyal medyanın kullanım eğilimlerini gözeterek çalışan bir üniversiteyi kurmak bize pahalıya mâl olacaktı. Yapamadık.

Sonra kendi başıma deneyeyim dedim. Niyetimi gerçekleştirmeyi sürekli ertelerken, İlker Birbil hoca BirGün Pazar’da bir yazı  yazdı. Birbil’in de dediği gibi, her şeyden önce bilginin paylaşımı için yeni eğilimleri takip etmek gerekiyordu. Kendi yorumlarımı da katarak devam edeyim: Kitabın sonu geldi filan demek çok iddialı ama artık elimizdeki telefonlar ve sosyal medya mecraları bilginin farklı türden de paylaşımını mümkün kıldı. Üstelik bu alet ve araçlarla büyüyen gençlerin alışkanlıkları farklı. Bu yeni alışkanlıklara direnmenin veya onları yok saymanın bir anlamı yok. Ayrıca, özellikle Türkiye’de başka bir sorun var. Bizzat benim de yaşadığım ve binlerce insanın yaşadığı bir sorun: Geleneksel konumlarımızı kaybettik. Yani, her sene bin öğrenci, ben istemesem de, öğrenci istemese de, benimle birlikte ders işliyordu. Dersi takip etmek durumundaydı. Şimdi ise….

Ve nihayet, bilimsellikten ve akıldan çok uzak, bilgi demeye dilimin ermediği laf kalabalığının hem üniversitelerde hem de sosyal medyada dolaşıma girdiğini görüyoruz. Eğer bu kültür ve bilim vandallığına karşı yapılacak bir şey varsa, o da doğru mücadele sathını belirlemektir. Elbette tek mücadele satıh ve tarzı olarak değil, ama bu cephenin akıldışılığa teslim edilmemesi lazım.
İşte bütün bu düşünceler sonunda, biraz da heyecan ve coşkuyla, birkaç gün önce hızlı bir karar vererek, Youtube’da Hukuk Başlangıcı Dersleri vermeye başladım. Daha doğrusu dersin ilk videosunu çekerek paylaştım. Profesyonel bir başlangıç değildi. Bir ders planı hazırlamamıştım. 

Ayrıca, her mecranın olduğu gibi Youtube’un da kendine has kuralları vardı ve bunlardan bihaber idim. Acemice çektiğim ilk videoyu paylaştıktan sonra, biraz da beklemediğim ölçüde, olumlu sonuçlar aldım. Ders binlerce insan tarafından paylaşıldı, birkaç gazete ve haber portalı tarafından haberleştirildi. Hukukçu olmayan, hatta muhtemelen ideolojik olarak benimle uzaktan yakından ilgisi olmayan ve bu farklılığımızın da pekala farkında olan insanlar dersin devamını beklediklerini söyledi. Yani iş ciddiye bindi.

Bu arada Youtube’da nasıl daha etkili bir yayıncılık yapılacağına dair çok fazla öneri ve tavsiye geldi. Biraz araştırma yaptım. Nihayetinde ilk baştaki acemilikten ve amatörlükten uzak ama mali imkanlarımın ve vaktimin izin vermemesi nedeniyle de yeterince profesyonel olmayacak düzeyde devam etmeye karar verdim.

Bunun yanında, madem bu mecra bu kadar etkili ve bu konuda bir talep var, sadece Hukuk Başlangıcı değil, bildiğim ne varsa, aktarabildiğim ne olursa hepsini aktarmaya karar verdim.
İlk olarak, bir ders programı hazırladım. Daha önce bu mecranın gerekliliklerini hiç hesaba katmadığım için yepyeni bir program hazırlamam gerekti. Zira bir videonun çok uzun olmaması gerekiyor mesela. Benim fakültede anlattığım Hukuk Başlangıcı 12 hafta boyunca haftada üç saatlik bir dersti. Ama Youtube’a yükleyeceğim dersler, 30 dakika olan ilk videodan bile kısa olmalıydı. Doğru: Kendimi düşündüm. 30 dakikalık bir video bile çok uzun gelebiliyor. Hukuk Başlangıcı Dersleri’nde ne kadar uyabilirim buna bilmiyorum, ama bundan sonraki ders ve projelerde sanırım 15 dakika üst sınır olacak.

Her ne kadar dizinin adı Hukuk Başlangıcı Dersleri ise de, ortada esasında gerçek bir ders yok. Dolayısıyla yapmam gereken, bu ders kapsamında aktarmayı veya değinmeyi istediğim konuların bir dökümünü yaparak, bunları kısaca tartışmak. Bir öğretim üyesinin yapabileceği en iyi şeyin; anlattığı konuyla ilgili en can alıcı soruları sormak, bu soruların muhtemel cevaplarını vermek ama daha derin cevaplar için en iyi kaynakları önermek olduğuna inanıyorum. Otuz dakikalık videolar bunun için yeter de artar bile.

Bir de bu işi düzenli yapmak gerekiyormuş. Ben de haftada iki defa video paylaşmaya karar verdim. Çarşamba ve Cumartesi günleri 20:30’da, teknik aksaklık olmazsa, videolar yayında olacak.
Program aşağıda. Dediğim gibi, ilk defa bu mecrada ders verdiğim için, tam olarak uyup uyamayacağımı bilmiyorum. Elimden geldiğince uymaya çalışacağım.
O zaman, yarın akşam görüşmek üzere…
  1. Hukuk fakültesi ne kazandırmaz?
  2. Hukuk başlarken neler okunur, ne kadar okunmalı?
  3. Hukuk nedir?
  4. Hukuk ile ahlak ilişkisi
  5. Hukuk ile din, örf ve adet ilişkisi
  6. Hukuk ve iktidar
  7. Bir normlar sistemi olarak hukuk
  8. Hukukun Kaynakları kavramı
  9. Hukuk sistemleri
  10. Anayasa nedir, ne işe yarar?
  11. Demokrasi
  12. Demokrasi
  13. Hukuk Devleti-Hukukun Üstünlüğü
  14. İnsan Hakları
  15. Sosyal devlet
  16. Kanunlar-KHKlar-Uluslararası antlaşmalar
  17. Tüzük ve Yönetmelikler
  18. Kamu hukuku ve özel hukuk ayırımı
  19. Yargı olarak hukuk
  20. Yargı teşkilatı
  21. Yorum
  22. Adalet
  23. Adalet
  24. Adalet



2 Mayıs 2017 Salı

Hukukçular İçin Bir Mezuniyet Konuşması

On yedi yıl görev yaptıktan sonra dokuz aydır uzak kaldığım fakültemdeki öğrencilerin mezuniyet balosuna katılacağım. Yarısından fazlası benden ders aldı. Bir kısmı üç belki beş ders almıştır. Halen devam eden edebiyat grubumuza katılanlar var. Çoğunu ismen tanırım. Sosyal medya vasıtasıyla takip ettiklerim var.

Mezuniyet balolarına mümkün olduğunca katılmaya çalışırım. Üniversitenin anlamsız kurallarla dolu mezuniyet törenlerine çok katılmadım ama baloları kaçırmamaya çalıştım. Gecenin sonlarına doğru Ankara havaları çalmaya başladığında sahneye fırlayıp iki dönmek, karşılıklı oynamak, onları o güzel giysiler içinde, gülen yüzleriyle görmek… Yine gideceğim.

Fakültede verdiğim dersleri dördüncü sınıfa gelen öğrenciler pek almazdı. Diğer sınıflara yönelik derslerdi. Bir mezuniyet konuşması yapacak durumda olmadım bu yüzden. En geç üçüncü sınıfta vedalaştım onlarla. Diyeceklerimi, diyebileceklerimi ara ara söylemişimdir.

Fakülteden, elbette binadan değil, öğrencilerden uzak kalmanın etkisi olacak, bir mezuniyet konuşması yapmaya niyetlendim. Yok, hayır, yarın o baloda, yüzler gülerken, horonlar tepilirken, danslar edilirken değil. Buradan. Belki daha önce seslenme imkânı bulamadığım mezun arkadaşlarıma, hatta belki daha başka hukukçulara da ulaşmış olurum.

Çok uzatmayacağım. Biliyorum, artık uzun yazılar okunmuyor.

“Sevgili meslektaşım!”, diye başlamalıyım konuşmaya. Meslektaşız artık. Gerçi hukuk fakültesini bitirmekle edinilen bir sıfat yok. Mühendis, doktor, eczacı, fizikçi, kimyager, sosyolog gibi meslekî bir sıfatımız yok. Ama “hukukçu” diyorlar işte. Hukuk fakültesi mezunlarının çoğunluğunun avukat, hakim, savcı veya hukukçu biliminsanı olduğunu düşünerek seslenmeliyim “hukukçu meslektaşlarım”a.

“Sevgili hukukçu meslektaşlarım!

Kutlamak isterim sizi. Ama kusura bakmayın. Kutlayacak bir şey yok. Olsa olsa, dört yıl boyunca aldığınız sıkıcı derslerin üstesinden gelebildiğiniz, şahit olduklarınıza katlandığınız için kutlayabilirim. Ama mesela “üniversite” mezunu olduğunuz için kutlayamam. Değilsiniz. Size hoşgeldiniz derken anlatmaya çalışmıştım. Hukuk fakültelerimiz üniversite eğitimi vermekten çok uzak. Kutlayamam.

“Hukukçu” olduğunuz için de kutlayamam sizi. Bilemiyorum ama, çok düşük bir ihtimal. Hatta hakkıyla hukukçu olabilmek için yeterli donanıma sahip olmadığınızı da söylemeliyim. Kendimden biliyorum. Fakültede öğretilenlerle “hakkıyla hukukçu” olunamaz.

Yanlış anlamayın beni; teori farklı pratik farklı çiğliğinden bahsetmiyorum. Yıllarca hâkim, savcı veya avukat olarak görev yapsanız da, hakkıyla hukukçu olamayabilirsiniz.

Her şeyden önce, bir üniversite eğitimi almanız gerekiyor. Boş verin unvanları, binaları, üniversiteleri, fakülteleri, diplomaları. Alacağınız üniversite eğitimi kütüphanelerde, kitapçılarda, dost meclislerinde, tartışma gruplarında… Felsefe, dilbilim, mantık, sosyoloji, tarih, iktisat, psikoloji gibi en azından sosyal bilimlerin temel disiplinlerinde eksik olan eğitiminizi tamamlayın lütfen. Vakit alacak. Korkmayın. Bu eğitime, kendi eğitiminize başladığınız andan itibaren çok şey değişecek. Bugüne kadar kitapları hep ders geçmek için okumuş olabilirsiniz; artık özgürsünüz, kendiniz için okuyabilirsiniz.

Her ne iş yaparsanız yapın, mesleğinize karakterini veren şeyin “özgürlük” olduğunu unutmamalısınız. Önce kendi özgürlüğünüzden başlayın. Kimseye gönüllü kul olmayın. Kimsenin emrine girmeyin. Paranın, makamın, mevkiin ve şöhretin başınızı döndürmesine izin vermeyin. Bilginiz de, kararınız da, tutumunuz da size ait olmalı. Kibirli olun demiyorum. Kendiniz olun. Kendinize güvenemiyorsanız, tavsiye, telkin, emir olmadan hareket edemiyorsanız, bırakın mesleğinizi.

Minnet altına girmeyin. Hakim veya savcı olabilmek için iradenizi rehin vermeyin. Avukat olarak iş bağlamak için kimseye yaltaklanmayın. Akademisyen bir hukukçu olarak bilimsel çalışmalarınızı siyasi iktidarın veya anabilim dalınızdaki, bölümünüzdeki, fakültenizdeki veya üniversitenizdeki, hatta müstakbel jüri üyeleriniz arasındaki eğilimlere göre şekillendirmeyin.

Özgürlüğü önemseyin. Sadece kendi özgürlüğünüzü değil, meslektaşlarınızın özgürlüğünü de önemseyin. Kendinize yönelmemiş tehditlere gözünüzü kapamayın. Hâkim veya savcı olarak baskı altında değilsiniz diye, baskı altındaki hâkim ve savcıları görmezden gelmeyin. Baskı altında bir avukat değilsiniz diye gözaltına alınan, tartaklanan, işkence gören, tutuklanan, cezalandırılan, duruşma salonlarından yaka paça dışarı atılan meslektaşlarınızı bir de siz yaftalamayın. Bir hukukçu biliminsanı olarak mesleğinizi icra ederken, yanı başınızda hukuksuzluğa maruz bırakılan arkadaşlarınıza sırtınızı dönmeyin.

Özgürlüğü önemseyin. Yapacağınız iş, vereceğiniz kararlar, takınacağınız tavırlar başkalarının özgürlüğüyle ilgili olacak. Kendi ihtiraslarınız, küçük dünyalarınız, dar bakışlarınız, köhnemiş adetleriniz veya çok değerli saydığınız inançlarınız nedeniyle başkalarının özgürlüğünün aleyhine konuşmayın, eylemeyin.

İnsani değerleri önemseyin. Yaşadığınız ülkede işkence varsa, ses çıkarması gereken ilk grup hukukçulardır. Yaşadığınız ülkede yoksulluk, gelir adaletsizliği varsa, buna en güzel cevap verecek olanlar hukukçulardır. Yaşadığınız ülkede çocuklar istismara uğruyorsa, kadınlara, LGBT bireylere, mültecilere, etnik gruplara baskı ve ayırımcılık uygulanıyorsa, buna ilk karşı çıkacak grup hukukçulardır.


Düzgün bir eğitim almadınız, ama sırtınızdaki sorumluluk çok büyük. Evren, dünya, toplum ve insan hakkında neredeyse hiçbir şey bilmeden mezun oldunuz. Buna karşın sizden hak, özgürlük ve adalet hakkında kararlar vermeniz bekleniyor. Bir an önce eksiklerinizi tamamlayın. Tamamlayın ki, hukuka gittikçe azalmakta olan güvenimiz yerle bir olmasın.”

23 Nisan 2017 Pazar

'Kanunun Açık Hükmü' Olur Mu?

Bir haftadır sıklıkla kullanılan bir kalıp var: interpretatio cessat in claris. Doğrudan bu Latince kalıbı kullanmamış olsak bile, anlamı itibariyle neredeyse ağızlara sakız oldu. Anlamı şu: Metnin anlamının açık olduğu durumda yorum yapılmaz.

Bu meseleyi gündeme getiren ilk olay, YSK’nin referandumdaki, ‘mühürsüz oylar geçersiz’ hükmünü yorumlayarak, ‘mühürsüz oylar dışarıdan getirildikleri kanıtlanmadıkça geçerlidir’ şeklinde karar almasıydı. Bu kararı eleştirenlerin büyük bir kısmının argümanı, yasa hükmünün ‘açık’ olduğu, dolayısıyla böyle bir durumda yorum yaparak hükmün tersine bir sonuç çıkarmanın mümkün olmadığı şeklindeydi.

İkinci olay ise YSK’nin bu kararına yapılan itirazlara karşı yargı yoluna gidilebileceğinin iddia edilmesi. YSK’nin kararına karşı bazı siyasi partiler Danıştay’a, Anayasa Mahkemesi’ne ve AİHM’ye gideceklerini ilan ettiler. Bu iddia ve girişimler ise, Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı başta olmak üzere referandumun Evetçi cephesinin, hatta ‘Hayır’ oyu vermiş olan bazı hukukçular tarafından yine aynı argümanla eleştirildi. Anayasa’nın 79. maddesi “Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz” diyordu ve bu hükmün açıklığı karşısında başka bir mercie, doğal olarak da herhangi bir yargı organına başvurulamazdı. Elbette bu hukuk dili: İsteyen istediği yere başvurur da, bir sonuç alınamaz anlamına gelir.

Hoş, sadece bu iki olay değil; uzunca bir süredir, özellikle de KHK rejiminin başladığı dönemden beri ‘kanununun’ veya ‘anayasanın’ açık hükümlerinden ve bunların ihlallerinden bahsediyoruz. Misal: OHAL KHK’si ile olağanüstü hal ilgilendirmeyen ve olağanüstü hal dönemini aşan sonuçları olan kararlar alınabilir mi, düzenlemeler yapılabilir mi? Taraflardan biri, Anayasa hükmünün ‘açık’ olduğunu ve böyle kararlar alınamayacağın, düzenlemeler yapılamayacağını söylerken, diğer taraf bunların ‘gerekli’ olduğunu ve yapılabileceğini söylüyordu.

Uzunca bir süredir yorum meselesi ile ilgileniyorum. Dosdoğru söyleyeyim:  interpretatio cessat in claris kalıbının ima ettiği hiçbir şeye katılmıyorum. Hukuk Metodolojisinin Sorunları’nın (Nora, 2017) daha başında şöyle demişim: “…herhangi bir hukuk kuralının anlamı daima kapalıdır”. Açık anlamı olan bir kural yoktur, olamaz. Anlamın açıklığı/kapalılığı bir taraftan bağlama diğer taraftan konvansiyona bağlıdır. Dolayısıyla yukarıdaki tartışmalarda tarafların argümanları sadece ‘açık anlam’ oldukları müddetçe sağlam değillerdir.

Peki mesele nedir? ‘Açık anlam’ argümanını kullanamayacaksak neyi kullanacağız? Bugüne kadar yazdığım ve çevirdiğim makale ve kitaplarda bu meseleyi anlatmaya çalışıyorum. Kısaca anlatabilecek durumda değilim. Ama meselenin özü sanırım tercih ettiğiniz yorum stratejilerinde ve kurmak istediğiniz hukuk düzeninde. Eğer özgürlükçü bir hukuk idealine sahipseniz, devlet erkinin sınırlandırılması yönünde yorum yapmalısınız. Bunu anlamı, OHAL KHKleri söz konusu olduğunda OHAL KHKlerinin alanını ve süresini kısa tutmaktır. Aynı şekilde, OHAL KHKleri için yargı yoluna başvurulup başvurulmayacağı hakkında fikir beyan ederken, Bakanlar Kurulu’nun eline sınırsız ve denetimsiz yetki vermemek için anayasal sınırlarını aşan OHAL KHKlerinin idari yargı veya AYM tarafından denetlenmesi gerektiği sonucuna ulaşırsınız. Buna uygun şekilde YSK’nin kararlarına itiraz söz konusu olduğunda da YSK’yi başına buyruk, yerine göre baskı altında iktidar lehine karar veren ve denetimsiz bir kurum olmaması için, gerekçesi ikna edememiş ve yetki sınırını aşmış olduğu durumlarda mahkeme denetimine tabi tutarsınız. Bütün bunların gündelik siyasetle ve güç ilişkileriyle elbette yakından ilişkisi var, ama hepimiz, yazan çizen konuşan insanlar, iddialarımızı ikna edici gerekçelerle desteklemek durumundayız. ‘Açık hüküm’ gerekçesi tek başına ikna edicilikten uzaktır. Söylediğiniz sözün politik bir yönü vardır ve ne tarafta durduğunuzu gösterir. O yüzden, yukarıdaki tartışmalarda tarafsız kalmak filan mümkün değildir. Ne tarafta durduğunuzu kendinize sormalısınız? Kurumların ve kişilerin sınırsız ve denetimsiz gücü mü yoksa ikna edici olmayan gerekçelere sahip kararların denetlenebilmesi mi?


Kolay gelsin.

24 Ocak 2017 Salı

Hukukçuların 'Ne Okuyalım?' Sorusuna Bir Yanıt Denemesi

İlk defa dört yıl önce bir arkadaşım okuma listesi istemişti. Benim yaşımda, mesleğini icra eden bir hukukçu. Ortalama hukukçudan daha fazla okuyan, entelektüel ilgileri olan birisi. ‘Hazır bir liste vardır elinde mutlaka; bütün hukukçuların mutlaka okuması gereken kitaplar listesi, verir misin bana?’ Yoktu. Bir süredir benzer sorulara muhatap oluyorum. Hukuk öğrencileri veya mezun olmuş, mesleğini icra eden hukukçular soruyor: Ne okuyalım?

Bu sorunun soruluyor olması güzel. Hukuk öğretiminin dar ufkuna sığmayan zihinler bir çıkış yolu arıyor. Kendi disiplinleri evrene, topluma ve insana dair konularla ve kitaplarla tanıştırmadığı için, ‘ne okuyayım?’ sorusunu sormaları çok normal. Ben de yıllardır kitap avcılığı yapıyorum; tanıdığım güvendiğim insanlardan tavsiyeler alıyor, okuduğum kitaplardan yeni kitaplara ulaşıyorum.
Zaman zaman insanlara listeler verdiğim oluyor. Büyük bir ‘okunması gerekenler listesi’ başlığıyla değil; lisans ve lisansüstü derslerde okuttuğum kitapların listesini gönderiyorum. Eğer özel bir konuya dair talepte bulunulmuşsa, o konuyla ilgili liste hazırlıyorum. Elbette hazırladığım listeler benim eksikliklerimi yansıtıyor. Tam da bu yüzden, ‘hukukçuların okuması gereken kitaplar listesi’ni hazırlamaya cüret edemem. Başkalarının hazırladığı listelere de biraz şüpheyle bakarım. Yıllarca sürecek kolektif bir çalışmanın ürünü olabilir böyle bir liste. Ve hazırlandığı haliyle de, bir geleneği yansıtır. Ne ki, bu listeler otorite olma iddiasında oldukları için ve kendi kendini kanıtlayan özelliğe de sahip olduklarından, ilk baştaki ufkumuzun genişlemesi idealine aykırı bir şekilde kısır bir düşünce yaratmaya yöneltir.

Bütün çekincelere rağmen, ‘ne okuyalım’ sorusunu tümden yanıtsız bırakmaya, yıllarca kitap okuma karşılığı olarak kamudan (devletten değil, kamudan) para almış olan birisi olarak, gönül de elvermiyor. Bu soruya cevap vermeyeceksem, daha başka hangi soruya cevap verebilirim ki!
İki yıl kadar önce, madem tek başına altından kalkılamaz bir mesele, öyleyse birkaç kişi birlikte liste hazırlayalım dedik. Ama iş dallandı budaklandı; 16 ana başlık altında toplam 80’e yakın başlık oluştu. Her başlığın altında da üçer beşer bazen ondan fazla kitap. Liste tamamlanamadı. Vazgeçme, bırakma kararı almamıştık ama çıkacak listenin çok da işe yaramayacağını anlamıştık galiba. Bir de, o kadar çok başlık açmıştık ki, okuduğumuz kitaplardan daha çok okumak istediğimiz, eksikliğini hissettiğimiz konuları ve kitapları düşündüğümüz apaçık ortadaydı.

Son zamanlarda ne okuyalım soruları daha da arttı. Bir de, orada burada, durmadan, ‘hukukçu hukuktan başka şeyler de bilmeli’ diye yazıp konuşup duruyorum. Haklı olarak, ‘ne okuyalım peki?’ sorusunun muhatabı oluyorum.

Aşağıda bulacağınız listeyi, bu soruları daha fazla yanıtsız bırakmamak için hazırladım. Dediğim gibi, liste benim eksikliklerimi yansıtıyor. Tüketici ve nihai bir liste değil, öyle bir liste de olamaz zaten. Ayrıca, başlangıç mahiyetinde. Hukuk fakültesi öğrencilerine ve hukuk kitaplarından başka bir şey okumamış hukukçulara hitap etmeyi amaçlıyor. Listeyi tamamlamış olmanız halinde size vaat edeceğim hiçbir şey yok. ‘Şu kitap niye yok?’ diye soracak olursanız, muhtemelen vereceğim bir yanıtım olmaz. Ve eğer bu listeyi dikkate alacak olursanız, umarım sizi yanlış yönlendirmiş olmam.
Listeyi zaman içerisinde genişleteceğim. Blog’a farklı zamanlarda baktığınızda, listelerin içeriğinin değiştiğini görürseniz şaşırmayın. Ancak bu genişletme meselesi ciddi bir sorun. Aşağıdaki liste çok kısa, farkındayım. Ama mesela, Foucault’ya dair ne okumanızı önerebilirim? Foucault’nun bütün kitaplarını ve hakkında yazılmış çok önemli en az yirmi kitabı mı? Her filozof, düşünür ve kuramcı için böyle yaparsam, bir liste hazırlamış mı olurum? Mesela bir kitap satış sitesinde Foucault anahtar kelimesiyle yapacağınız arama da aynı sonucu vermez mi? Ayrıca, yukarıda da söylediğim gibi, farklı disiplinlerden başlıklar açacak olursam, her disiplin için bir kitap mı tavsiye etmeliyim yoksa birden fazla mı? Ve eğer bir kitap tavsiye edeceksem, sözgelimi, psikoloji alanında bir kitap tavsiye etme hakkını kendimde nasıl bulabilirim ki! Nihai hedefim, 100 araştırma 100 de roman veya hikayeden oluşan iki liste oluşturmak.

Hasılı, liste hazırlamak bir yandan anlamsız, bir yandan riskli ama diğer yandan da zorunlu. Şimdi şu kısa listeyle başlayalım, gerisini olayların akışına bırakalım.

P.S.: Tavsiyeniz olursa, aşağıya yorum yaparak yazabilirsiniz.

Abdurrahman Saygılı – Kutsal Canavar Devlet
Bayard – Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?
Carl Schmitt - Kanunilik ve Meşruiyet
Cemal Bali Akal – İktidarın Üç Yüzü
Cemal Bali Akal - Hukuk ya da Kukla Tiyatrosu
Cemal Bali Akal - Hukuk Nedir?
Cicero – Devlet Üzerine
Cicero – Yasalar Üzerine
Ece Temelkuran – Ağrının Derinliği
Edward Said – Entelektüel
Gökhan Yavuz Demir – Dilin Belirsizliği
Gündüz Vassaf – Cehenneme Övgü
Hobbes – De Cive
Hobbes – Leviathan
Howard S. Becker – Haricîler
Karl Jaspers – Suçluluk Sorunu
Kasım Akbaş – Hukukun Büyübozumu
Lon L. Fuller – Hukukun Ahlakı
Michael Sandel – Adalet
Özkan Agtaş – Ceza ve Adalet
Platon - Devlet
Ranciere – Cahil Hoca
Ray Billington – Felsefeyi Yaşamak
Rojin Canan Akın vd. – Bildiğin Gibi Değil
Rousseau – İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı
Rousseau – Toplum Sözleşmesi
Sutherland - İrrasyonel
Umberto Eco – Yorum ve Aşırı Yorum


Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Bernhard Schlink - Okuyucu
Camus - Yabancı
Dostoyevski - Suç ve Ceza
Dostoyevski – Yeraltından Notlar
H. Lee - Bülbülü Öldürmek
Heinrich von Klaust - Michael Kohlhaas
Hemingway – Çanlar Kimin İçin Çalıyor
Hemingway – Yaşlı Adam ve Deniz
Huxley – Cesur Yeni Dünya
Jack London – Martin Eden
Jack London – Uçurum İnsanları
Kafka – Dava
Kafka – Dönüşüm
LeGuin – Mülksüzler
McEwan – Çocuk Yasası
Necip Fazıl - Reis Bey
Orwell – 1984
Orwell – Hayvan Çitliği
Ray Bradbury - Fahrenheit 451
Salinger – Çavdar Tarlasında Çocuklar
Saramago - Görmek
Saramago – Körlük
Tahsin Yücel - Gökdelen
W. Golding - Sineklerin Tanrısı
Yusuf Atılgan - Anayurt Oteli
Zemyatin - Biz
Zweig - Satranç

21 Kasım 2016 Pazartesi

Toplumun Ahlakını Korumak

Toplum adına ve toplum yararına konuşmak harikadır. Bir de çoğunluğun değer yargılarına yaslanırsanız, sizden iyisi yoktur. Hele hele mesele ahlaksa, toplumun ahlakı deyip başlar, istediğiniz yerden çıkarsınız. Kimse tutamaz sizi. Arkanızdaki kalabalıktan aldığınız güçle züccaciye dükkanında top sektirmeye başlarsınız. Kırdıklarınıza aldırış etmezsiniz, nasıl olsa kalabalıklar biraz da kabadayıdırlar.

Devlet toplumun ahlakını korumalıdır diyen bir grup daima bulunur. Bu gruba göre ahlak hep bozulmaktadır. O grubun izlerini sürün; bin yıldır, iki bin yıldır bozulmaktadır bu ahlak. Muhalefette iken grubumuz iktidarı/devleti ahlaksızlığa teşne olmakla, gerekli önlemleri almamakla itham eder. İktidarda olduğunda ise kendisi gibi düşünmeyenlerin cezalandırılması gerektiğini, ahlak eğitiminin devletin görevi olduğunu söyler.

Tartışmada kullanılan kalıplar da, yakınmalar da, argümanlar da hep aynıdır. Ahlak toplumu bir arada tutan manevi bir bağdır; ahlak bozulursa toplum çözülür ve dağılır; devletin görevi toplumu korumak olduğuna göre, ahlakı da muhafaza etmelidir. Toplumun ve devleti yönetenlerin buna hakkı vardır ve hukuk toplumun ahlakına uygun olmadığında kötü hukuktur. Çünkü ahlak hukukun kaynağıdır. Hukuk toplumun değerlerine sırtını dönemez, yabancılaşamaz.

Bu ahlakçı grubumuz sayıca fazlaysa, hele de iktidardaysa, ‘toplumun ahlakı’ derken hiç duraksamaz. Zira kendisi ahlaklıdır, farklı olanlar ahlaksızdır. Toplumun ahlakı derken bütün toplumu temsil etmenin gücünü kullananlar, bütün toplumu temsil etmediklerini fark ettiklerinde, diğerlerini ahlaksızlıkla itham ederler. Bazen iki farklı ahlak sistemine dayanan ahlakçı grup zuhur eder. Bir o iktidara geçer kendi ahlakını dayatır, bir diğeri. Ahlaklılar ve ahlaksızlar savaşı sürer gider.
Halbuki ahlak sözcüğünün biri normatif diğeri betimsel iki kullanımı vardır. Toplumun ahlakı dediğinizde, betimsel kullanım söz konusudur. Toplumun ahlakı üzerine söylenenler hiçbir zaman bütün bir toplumu kapsamaz. Toplumun ahlakı çoğunluğun ahlakıdır. Çoğunluğun ahlakının üstünlüğüne dair mantıksal yahut ahlaki hiçbir gerekçe yoktur.

Toplumun ahlakının korunması gerektiğine dair iddianın anlamlı bir gerekçesi yoktur. Ahlak daima değişir. Felaket tellallığına gerek yok. Ahlak değişince toplum çökmez. Yüz yıl önceki ahlaktan başka bir ahlakımız var, ama çökmedik. Bugün toplumun çökmek üzere olduğunu söyleyenler var elbette. Yüz yıl önce de varlardı, bin yıl önce de.

Hem ahlakın değişirken bozulduğunu söylemek için nötr ve açık delillere sahip değiliz. Dünün ahlakında güzel yönler de vardı, kötü yönler de. Bugün daha iyi durumdayız dediğimiz durumlar da olabilir, kötü durumdayız dediğimiz durumlar da.

Kalabalıkların oyuna atıf yaparken kullanmaktan çılgınca zevk aldığımız demokrasinin modern anlamında, korunması gereken, toplumun yani çoğunluğun ahlakı değildir. Korunması gereken, ahlaklar çokluğudur. Herkesin kendi ahlakınca yaşayabilmesidir hedef. Devlet açısından değerli olan farklı ahlaki görüşlerden birisi değildir; değerli olan devletin farklı ahlaklara eşit uzaklıkta durabilmesidir.


Toplumun ahlakını koruyoruz diyerek çoğunluğun ahlakını hukuki yaptırımlarla desteklemek, farklı ahlaklar üzerine tahakküm kurmaktır. Kısaca, zulümdür.

(Bu yazı 2013 eylülünde şu anda yayında olmayan bir internet sitesi için yazılmıştı.)

19 Kasım 2016 Cumartesi

Fahişenin Irzına Geçmek

Gündelik hayatta önyargılar oluşturmak, karşılaştığımız olayları bu önyargılarla değerlendirmeye başlamak, esasında kendisinden kaçmamız mümkün olmayan bilişsel bir sürecin tasvirinden ibaret. Belki bu durumda kullanmamız gereken kelime ‘önyargı’ değil de ‘önanlayış’. Daha eski bir kullanım olmakla birlikte, ‘peşin hüküm’, önyargının olumsuz tarafını temsil ediyor: Kendisinden kaçamayacağımız bir önyargının, çoğunlukla dayanaksız ve haksız bir şekilde oluşturulmuş bir değerin, yeni olaylarda da hiç değişmeden kalması; olaylar ve kişiler hakkındaki değerlendirmelerimizin yeni verilerle gelişmemesi, önceden belli olması.

Bu tür bir peşin hükmün, azınlıklar hakkında hakimlerimizin zihninde ve muhakemesinde kendisine nasıl yer bulabildiğini Dink kararı özelinde göstermeye çalışmıştım. Peşin hükmün en güzel (?) örneklerini, asıl olarak, kadınla ilgili kararlarda görebiliriz. Erkek egemen bakış açısı, toplumsal ahlak zırhına bürünerek bazı kadınları makbul saymaz ve mahkemeler bu kadınlarla karşılaştıklarında hükümlerini çoktan vermiş olurlar.

Şu an yürürlükte bulunmayan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, yaklaşık 80 yıl boyunca yürürlükte kalmıştır. Bu kanunun 438. maddesi, ırza geçme (yani tecavüz) ve kaçırma suçları ‘fuhşu kendine meslek edinmiş olanlar’a karşı işlendiğinde, suç için belirlenen ‘normal’ cezadan daha hafif bir cezaya hükmedilebileceğini öngörüyordu. Başka bir ifadeyle, fahişeye tecavüz eden, başka bir kadına tecavüz edenin üçte biri kadar ceza alabiliyordu.

Bu hüküm 1990 kasımına, TBMM hükmü yürürlükten kaldırana kadar hukuk sisteminin bir parçası olarak uygulandı. Bu tarihe kadar böyle bir hükmün yürürlükte kalmış olması, Türkiye açısından başka bir utanç sebebidir, ancak hükmün kaldırılması hiç de kolay olmamıştır.

1988’te, 438. maddeyi uygulamak durumunda olan bir mahkeme, hükmün Anayasa’ya aykırı olduğunu düşünmüş ve itirazını Anayasa Mahkemesine taşımıştı. Anayasa Mahkemesi 1990 başında, her yerinden eşitsizlik ve haksız akan bu hükmün, 7 hakimin oyuyla, Anayasaya uygun olduğunu kabul etmişti. Bu kararın kamuoyunda uyandırdığı tepki, TBMM’nin de hükmü ilga etmesine yol açmıştı.

Peki nasıl olmuştu da Anayasa Mahkemesi’nin 7 üyesi, hükümde herhangi bir sorun tespit edememişti?

Mahkeme, eşitliğin önemli olduğunu, ama mutlak eşitliğin sağlanamayacağını, durumları farklı olanların farklı kurallara tabi tutulmasının meşru olduğunu söylemişti. Bunu söyledikten sonra da kadınları ikiye ayırmıştı: İffetli kadınlar ile iffetli olmayan kadınlar. Fuhşu meslek edinmiş kadınlar, iffetsiz kadınlardı. Unutmadan biz de soralım pek çok insanın kararın verildiği dönemde sorduğu gibi: Kadınları iffetli veya iffetsiz olarak nitelendirmek hukukun, devletin, yüksek mahkemenin işi olabilir mi?

İffetsiz kadınlarla iffetli kadınlar eşit olamazdı. Zira, “ırza geçmek ve kaçırmak suçlarının fuhşu kendine meslek edinen bir kadına karşı işlenmesinde, bu kişinin uğradığı zarar ile aynı eylemlerin iffetli bir kadına karşı yapılması durumunda onun gördüğü zarar eşit sayılamaz, iffetli bir kadının zorla kaçırılması veya ırzına geçilmesi onun onurunu, toplumdaki ve yaşadığı ortamdaki saygınlığını, giderilmesi olanaksız ölçüde kıracaktır. Oysa, aynı eylemlerle karşılaşan fuhşu meslek edinmiş bir kadının bu ölçüde zarar gördüğünü ileri sürmek ve kabul etmek güçtür. Fahişe, fuhşu kendisine meslek edinmiş, onu ticarî bir iş kabul etmiş olduğundan bu tür kadınların kişi ve cinsel özgürlükleri iffetli kadınlarınki kadar bozulmuş sayılamaz.”

Mahkemeye göre, tecavüze uğrayan ‘iffetli kadın’ın onuru daha çok incinir; ‘iffetsiz’ kadın, nasıl olsa pek çok kişiyle cinsel ilişkiye girmiştir, onun onuru tecavüzle incinmez. Cinsel ilişki ‘iffetsiz’ kadın için sadece ticari bir iştir, öyleyse tecavüz, onun açısından, onurla ilgili bir şey değildir. Kimse mahkemeye, ‘bir boksör dövmenin daha az ceza gerektirip gerektirmeyeceğini’ sormadı elbette!
Üstelik mahkeme, iffetli bir kadının tecavüze uğraması durumunda, onurunun ve saygınlığının giderilmesi imkansız şekilde kırılacağını söylemişti. Böylece tecavüze uğramış bir kadının toplumda haksız bir şekilde etiketlenmesi ve dışlanması, mahkeme kararıyla meşru bir olguymuş gibi kabul görmüş oluyordu. Mahkeme, savaşması gereken toplumsal baskıyı, kararının gerekçesi yapmıştı.

Fahişeliğin nasıl icra edildiğine dair hiçbir fikri olmayan erkek aklı, en yüksek mahkemenin kararında kadınların iffetinin ne olduğuna karar vermeye yetkin görmüştü. –di’li geçmiş zamana takılmayın. Görmeye devam ediyor. 

Son olarak iki önerim var: İlki, fahişelikle ilgili devlet ikiyüzlülüğünü gösterecek bir röportaj. (http://www.feministyaklasimlar.org/sayi-06-ekim-2008/turkiyede-fuhus-sektoru-uzerine/) Bir dönem genelevde çalışan, 2007’de İstanbul’dan bağımsız milletvekili adayı olan Ayşe Tükürükçü’nün anlattıkları sizi çok etkileyecek.

İkinci önerim 1990 yapımı bir Türk filmi: ‘Madde 438’. Film, tam da ele aldığımız Anayasa Mahkemesi Kararı’na dayanarak, verilen kararların, yürütülen kampanyaların yargının nesnesi olan insanlar üzerindeki yıkıcı etkisini anlatıyor. 

(Bu yazı 2013 ağustosunda internet üzerinde yayımlanmıştı. Site yayınını sona erdirdiği için burada tekrar yayınlıyorum.)