Gündelik hayatta önyargılar oluşturmak, karşılaştığımız
olayları bu önyargılarla değerlendirmeye başlamak, esasında kendisinden
kaçmamız mümkün olmayan bilişsel bir sürecin tasvirinden ibaret. Belki bu
durumda kullanmamız gereken kelime ‘önyargı’ değil de ‘önanlayış’. Daha eski
bir kullanım olmakla birlikte, ‘peşin hüküm’, önyargının olumsuz tarafını
temsil ediyor: Kendisinden kaçamayacağımız bir önyargının, çoğunlukla
dayanaksız ve haksız bir şekilde oluşturulmuş bir değerin, yeni olaylarda da
hiç değişmeden kalması; olaylar ve kişiler hakkındaki değerlendirmelerimizin
yeni verilerle gelişmemesi, önceden belli olması.
Bu tür bir peşin hükmün,
azınlıklar hakkında hakimlerimizin zihninde ve muhakemesinde kendisine nasıl
yer bulabildiğini Dink kararı özelinde göstermeye çalışmıştım. Peşin hükmün en
güzel (?) örneklerini, asıl olarak, kadınla ilgili kararlarda görebiliriz.
Erkek egemen bakış açısı, toplumsal ahlak zırhına bürünerek bazı kadınları
makbul saymaz ve mahkemeler bu kadınlarla karşılaştıklarında hükümlerini çoktan
vermiş olurlar.
Şu an yürürlükte bulunmayan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, yaklaşık
80 yıl boyunca yürürlükte kalmıştır. Bu kanunun 438. maddesi, ırza geçme
(yani tecavüz) ve kaçırma suçları ‘fuhşu kendine meslek edinmiş olanlar’a karşı
işlendiğinde, suç için belirlenen ‘normal’ cezadan daha hafif bir cezaya
hükmedilebileceğini öngörüyordu. Başka bir ifadeyle, fahişeye tecavüz eden,
başka bir kadına tecavüz edenin üçte biri kadar ceza alabiliyordu.
Bu hüküm 1990 kasımına, TBMM hükmü yürürlükten kaldırana
kadar hukuk sisteminin bir parçası olarak uygulandı. Bu tarihe kadar böyle bir
hükmün yürürlükte kalmış olması, Türkiye açısından başka bir utanç sebebidir,
ancak hükmün kaldırılması hiç de kolay olmamıştır.
1988’te, 438. maddeyi uygulamak durumunda olan bir mahkeme,
hükmün Anayasa’ya aykırı olduğunu düşünmüş ve itirazını Anayasa Mahkemesine
taşımıştı. Anayasa Mahkemesi 1990 başında, her yerinden eşitsizlik ve haksız
akan bu hükmün, 7 hakimin oyuyla, Anayasaya uygun olduğunu kabul etmişti. Bu
kararın kamuoyunda uyandırdığı tepki, TBMM’nin de hükmü ilga etmesine yol
açmıştı.
Peki nasıl olmuştu da Anayasa Mahkemesi’nin 7 üyesi, hükümde
herhangi bir sorun tespit edememişti?
Mahkeme, eşitliğin önemli olduğunu, ama mutlak eşitliğin
sağlanamayacağını, durumları farklı olanların farklı kurallara tabi tutulmasının
meşru olduğunu söylemişti. Bunu söyledikten sonra da kadınları ikiye ayırmıştı:
İffetli kadınlar ile iffetli olmayan kadınlar. Fuhşu meslek edinmiş kadınlar,
iffetsiz kadınlardı. Unutmadan biz de soralım pek çok insanın kararın verildiği
dönemde sorduğu gibi: Kadınları iffetli veya iffetsiz olarak nitelendirmek
hukukun, devletin, yüksek mahkemenin işi olabilir mi?
İffetsiz kadınlarla iffetli kadınlar eşit olamazdı. Zira, “ırza geçmek ve kaçırmak suçlarının fuhşu kendine meslek edinen bir kadına
karşı işlenmesinde, bu kişinin uğradığı zarar ile aynı eylemlerin iffetli bir
kadına karşı yapılması durumunda onun gördüğü zarar eşit sayılamaz, iffetli bir
kadının zorla kaçırılması veya ırzına geçilmesi onun onurunu, toplumdaki ve
yaşadığı ortamdaki saygınlığını, giderilmesi olanaksız ölçüde kıracaktır. Oysa,
aynı eylemlerle karşılaşan fuhşu meslek edinmiş bir kadının bu ölçüde zarar
gördüğünü ileri sürmek ve kabul etmek güçtür. Fahişe, fuhşu kendisine meslek
edinmiş, onu ticarî bir iş kabul etmiş olduğundan bu tür kadınların kişi ve
cinsel özgürlükleri iffetli kadınlarınki kadar bozulmuş sayılamaz.”
Mahkemeye göre, tecavüze uğrayan ‘iffetli
kadın’ın onuru daha çok incinir; ‘iffetsiz’ kadın, nasıl olsa pek çok kişiyle
cinsel ilişkiye girmiştir, onun onuru tecavüzle incinmez. Cinsel ilişki
‘iffetsiz’ kadın için sadece ticari bir iştir, öyleyse tecavüz, onun açısından,
onurla ilgili bir şey değildir. Kimse mahkemeye, ‘bir boksör dövmenin daha az
ceza gerektirip gerektirmeyeceğini’ sormadı elbette!
Üstelik mahkeme, iffetli bir kadının tecavüze
uğraması durumunda, onurunun ve saygınlığının giderilmesi imkansız şekilde
kırılacağını söylemişti. Böylece tecavüze uğramış bir kadının toplumda haksız
bir şekilde etiketlenmesi ve dışlanması, mahkeme kararıyla meşru bir olguymuş
gibi kabul görmüş oluyordu. Mahkeme, savaşması gereken toplumsal baskıyı,
kararının gerekçesi yapmıştı.
Fahişeliğin nasıl icra edildiğine dair hiçbir fikri olmayan
erkek aklı, en yüksek mahkemenin kararında kadınların iffetinin ne olduğuna
karar vermeye yetkin görmüştü. –di’li geçmiş zamana takılmayın. Görmeye devam
ediyor.
Son olarak iki önerim var:
İlki, fahişelikle ilgili devlet ikiyüzlülüğünü gösterecek bir röportaj. (http://www.feministyaklasimlar.org/sayi-06-ekim-2008/turkiyede-fuhus-sektoru-uzerine/)
Bir dönem genelevde çalışan, 2007’de İstanbul’dan bağımsız milletvekili adayı olan
Ayşe Tükürükçü’nün anlattıkları sizi çok etkileyecek.
İkinci önerim 1990 yapımı
bir Türk filmi: ‘Madde 438’. Film, tam da ele aldığımız Anayasa Mahkemesi
Kararı’na dayanarak, verilen kararların, yürütülen kampanyaların yargının
nesnesi olan insanlar üzerindeki yıkıcı etkisini anlatıyor.
(Bu yazı 2013 ağustosunda internet üzerinde yayımlanmıştı. Site yayınını sona erdirdiği için burada tekrar yayınlıyorum.)
Thanks for sharing, nice post! Post really provice useful information!
YanıtlaSilAn Thái Sơn chia sẻ trẻ sơ sinh nằm nôi điện có tốt không hay võng điện có tốt không và giải đáp cục điện đưa võng giá bao nhiêu cũng như mua máy đưa võng ở tphcm địa chỉ ở đâu uy tín.